Zaman zaman kendime ilgim kayıyor. Her ilgi kaymasında bir panik oluyorum. Noluyor şimdi, neden durdum, neden sustum, neden bu konuda fazla durdum gibi. Olan bir şey yok da işte yaşama hızım alışmış geçip gtimesine her anın, hızlıca tüketilmesine. Ben ne oluyor diye sordukça da olan şey gözümde büyüyor ve bir sorun haline geliyor. Bu kadar durduğuma göre bir sorunun içindeyim, bir problem çıktı işte yine önüme görüyor musun? Nasıl çözeceğim, neydi o formüller, en son ne zaman kullanmıştım, çözemem ki ben bunu, hayır yapamam, unuttum çözümlerin hepsini!… Ve bu düşüncelerle daha da büyüyor her şey. Aslında her şeyin hızlıca geçip gitmesine bir tepki niyetiyle verdiğimiz azıcık es bile bizim için ne kadar büyük bir deprem oluyor.
Durmamalıyız, sormamalıyız, yaptığımız her ne ise bırakmamalıyız… Dünya milyon yıldır dönüyor, bir gün duruyor mu? Peki ya durursa? Bir gün dönmeyi bırakıp durursa ne olur? İçindeki her şey birbirine girer, çarpmanın etkisi ile kriz büyür, kaos olur ve son! İçimizde de ‘durmak’ işte böyle bir etki yaratıyor. Ama hayat bazen biz istemeden bizi durdurabiliyor. Dönme artık amaçsızca diyebiliyor. O her durdurduğunda bir dakika ne demek istiyor acaba bana diye düşünmek yerine, neden durdum, neden akmıyor zaman diye diye kendi karanlığımıza itiliyoruz.
Bugün kendim dahil herkese durmanın ve durmayı anlamanın öneminden bahsetmek istiyorum. Bir süredir amaçladığım gibi, bu durma bana ne ifade ediyor? Neden durup düşünüyorum diye soruyorum. İçimdeki tüm krize ragmen yolda olmanın keyfini sürmek istiyorum. Ve öğrenmeyi bu yolda durmalarla birlikte yürümenin anlamlı olduğunu. Demek ki öğrenememişim diyorum. Çoğu şey kendi yaşantılarımdan öğrenilmeyecek kadar karmaşık. Başka başka yaşantılardan da öğrenmeliyim diyorum. Diliyorum ki hepimiz durmanın kendimizi anlamak için bir fırsat sunduğunu kavrayabiliriz. Ve kendi molalarımızda kendimizi bulabiliriz!…
Haziran 2022
]]>
Sabah ezanı mı, ikindi kahvaltısı mı, beş çayı mı, leziz bir akşam yemeği mi bilmiyorum. Bilmiyoruz. Bilmediğimiz bu zaman perdesine genişçe yayılmış, sallanan baba koltuğunda ayaklarımız havada gidip geliyoruz. Sabah önümüze konan suyu içmişiz, karnımız da doymuş ama başka kaplar da olmalı sanki insanın tatmin olması için. Başka kaplar olmalı ve o kapları başkaları doldurmamalı! Biz doldurmalıyız ve biz tüketmeliyiz…
Gözlerim arıyor bulamıyor. Bir yemek bir su kabı koymuşum önüme. Eksiğim bu vesileyle. Sorgulamazken nasıl da güzel ve sorunsuz ama sorgu melekleri kondu artık dilimin eteğine. Soruyorlar, diğerleri nerede? Kimbilir nerede? Nerede tutuyordum ben bu malzeme listesini? Önceden yazıyordum, alınacaklar, korunacaklar, artık bırakılacaklar, amortismana ayrılacaklar felan diye yazıyordum tane tane. Yok şimdi, sorgulamadan, kendimi bir mesafe ötede tutup kendime bakmadan gelmiyor aklıma işte. Oysa mesafe her şey için gerekli. Kendin için, kendine bakarken bile gerekli. Mesafe her şey için değerli, önemli. İnsan mesafe ile arasını çok açmamalı. Şimdi baktım uzaktan kendime de, o ilmek ilmek ördüğüm motiflerde sökükler, yırtıklar dolu. Başı boş kalmış ipliklerin çığlıkları geliyor kulağıma. Feryatları umutlarına alçı olmuş akmış. Şaşırdılar beni bunca zaman sonra görünce, alçılar tek tek eridi ellerinde. Bana doğru, gönlüme giriş bileti buldular belki de. Hatırladım onları. Karanlıkta ilmek atmak neydi hatırladım, karanlığa rağmen işlemek neydi, azimle büyütmek neydi hatırladım. Gördüğüm her söküğü yamalıyorum şimdi. Işıklar açık bu sefer ama ellerim karanlık. Çünkü ruhsuz, çünkü unutmuş, çünkü körelmiş… Kendime nasıl kızıyorum, nasıl. Bir insan düşün ışığı kendi hücrelerinden kopyalayıp bir yapı tamamlamış ama bir insan düşün ki ışıklar içinde elleri kör kalmış. Yapabileceklerinden soyutlanmış, kendini yalnız bırakmış bir insan. Kafasına taş düşmüş, ruhuna beton yağmış uyanmamış bu dertten. Sadece bir mesafe koymak yetermiş aslında. Kendine, kendinle koyacağın bir mesafe….
Ne vesile olmuş bilmiyorum, hastalık, sıkkınlık, pişmanlık, bitkinlik… Her ne ise şifası olmuş. Şimdi olduğum yerde hangi zamanda olduğumun bir önemi yok. Ne dersen de, zamana göre şekil almamalısın. Zaman senin geçtiğin bir şey değil, senin yarattığın bir varsayım. Zamanla geçmez, sen geçmesini istediğin an zaman geçer… Boşverdim bedenimin gördüğü zamanı. Etrafımı ne tür kötü haber, olay, vaka ile dolu boşverdim. Bir yerdeyiz ve bir zamandayız evet ama bu zerrenin biricikliğinin dışında olan bitenin önemi yok. Ve bu biriciği kendimize sunmanın, kendimizden ayırıp doğru yolda tutmanın dışındaki şeylerin önemi yok…
Biricik ruhum, uzun bir aradan sonra tekrar merhaba…
Şubat,2022
]]>
Akıtmayınca geçmiyor! Akmayınca bitmiyor gökteki yağmurlar. Özümdeki geçer bu da geçer sözleri sardı beynimi. Ezberimde her şey ama inanılmaz unutkanım. Güzellikleri bu kadar kolay unuttuğum dönemler çok az oldu aslında. Belki de olması gerektiği gibi oluyor her şey. Beni hangi düzlükte bekliyor çiçeklerim bilemiyorum. Koyu kahve döşenmiş gözlerim, kendi kendimin karanlık mimarı olmuşum. Hoş gördüklerim zor görünüyor artık. Kimlerde varsa borcum söylesin. Kimde kaldıysa iyilik kelimelerim geri versin. Kim tuttuysa benden çalıp neşemi bağışlasın.
Gazı bir türlü tükenmeyen bir soda gibi zihnimdeki sesler. Aldığım tüm eğitimler, izlediğim çok yararlı sanılan her şey, kendini imha etti içimde. Yıllardır aktif olmayı bekleyen o volkan patlamaya hazırlandı. Bundan tam 7 yıl önce hayatımda sonu kötü bir türbülansa girmiştim. Yaşamaya çalışmak için unutmayı seçmiştim. Bilinç beni yaşatmak için unutturmuş ama şimdi sırrını tutamayan yaramaz bir arkadaş gibi davranıyor. Kaygı, sıkıntı ve mutsuzluk ile beni geriye götürmeye, o anları teker teker idrak etmeye yolluyor sanki. Gideceğim, gidiyorum… Kendimi affederek, kendimi severek, kendimi kabul ederek, kaderimle el ele gideceğim. Tüm kötü yaşantılara ayna tutan zihnimi yalnız bırakmayacağım, izleyip döneceğim. Bir kısa hüzün arası, bir kısa yas molası… Eski yasların altını çizip, varlıklarını onlara aktaracağım. Çok büyük enkazlardan beni çıkaran o içimdeki güç, yine yanımda olacak. Hepimizin yanında olsun. Kendinizi en güçsüz, omuzlarına yükler asılmış hissettiğiniz anların geçici olduğunu unutmayın. Geçmeyecekmiş gibi duran tüm zamanlar geçti gitti… Güneşi açtırırsanız içinizde gözyaşlarınız elbet kuruyacak. Duygularınız akıp bitecek ve ardında yepyeni güzelliklerin sizi beklediğini göreceksiniz.
Bir iç dökme oldu bu yazı. Sonuna geldiyseniz benim içimden akıp giden kötü duygular sizden de aksın gitsin dilerim. Yeni, güzel, mutlu günlere birlikte merhaba diyelim!…
Haziran, 2020
Duygu CAN
]]>Gözlerimi “Küçüğüm” şarkısına kapadım bugün…
Kapalı gözümün önünden geçen denizler, sahiller, istridyeler, camlar, paslar, ölümler, geçişler, gidişler, yitişler, hıçkırıklar, sesler, sözler, hisler, yürekler… 37 yıldır kalbimin içinden geçenler, kenarından kıyısından yürüyenler, incitenler, sevip üzülmeyim diye sessizce dibinde dinlenenler, nice insan, nice kırık kalem, nice gece, nice soluk ve nice ağıt!…
“Ne kadar az yol almışım!” düşüncesi ne kadar yalanmış meğer. Geçici olmayan, dönüp baktığımda gördüğüm ana yollar, tali yollar, tıkalı yollar, çıkmaz yollar, kilitli kapılar, gireni olmayan sonuna kadar açılmış yollar… Elimde zafer de var yenilgi de, hırs da var, kavga da, sevgi de var, utanç da… Yaşadıklarım havadaki balonlar gibi gözümü her göğe kaldırışımda bana bakıyorlar. Öyle asılı geziyorlar etrafta. Geçmişim bir şarkı, bir ses, bir koku, bir his ile hemen harekete geçiyor. Tepemde toplanıveriyorlar hepsi. Ağladıklarım, ağlattıklarım, korktuklarım, kaçtıklarım, sevdiklerim, sevmediklerim, belleğimdeki iyi kötü her şey bir ıslıkla geliyor ayağıma. Bulundukları odanın kapısında hepsinin kulakları, naif bir sesim yetiyor önüme düşmeleri için. Bir şeyleri bir kutuya sıkı sıkı kapatıp zihinden atabileceğinizi hele ki kalpten sökeceğinizi felan düşünüyorsunuz yanılıyorsunuz. Gördüğün bir ışık, duyduğun bir ses, kokladığın bir çiçeğe bakar yeniden karşınızda dikilmeleri… O yüzden hiçbir şey, hiç kimse unutulmuyor aslında. Bir fotoğraf karesinin içinde gizleniyorlar yaşam boyu… İşte şu an hiç de bir şey yokken, çağırmadığım halde yanımdalar benimkiler. Eşimin gülümsemesi, bahçede yellenen mangalın dumanı, eski balkonumuzun demirleri, balkondan içeri taşan hanımellerinin kokusu, yan komşunun boğazındaki sabah temizliği, diğerinin köpeği Efe, önümüzden bisikletle geçen miniklerin sevinci, akşama misafirim olacak izi çoktan silinmiş eski arkadaşlar, kızımın bebeklik yürüteci, salonda kendi yaptırdığımız tv ünitesi, duvara montelediğimiz rafların üzerinde mutlu kalan fotoğraflarımız, düğünümüzden bir gün sonraki balayı bavulu, buzdolabında bir yeni rakı, büyükçe bir salça kutusu, bitmeyen makarna çeşitleri, ankastre mikrodalgada unuttuğum iki günlük kekim, mutfağın penceresine yanaşan o her şeyi bilen tatlı kedi, onun için aldığımız sosisler ve benim bir tabakta kediye sosisleri verişin, o sırada karşı evimizdeki o tatlı teyze, sokakta evinde onlarca kedi besleyen o ay yüzlü, kilerde bir gazete kuponu ile aldığım BMX bisikletim, onun yanındaki küçüklükten kapısı açılamayan alaturka tuvaletim, eski ayakkabılar ve kapının dışında üzerine ismimizi yapıştırdığımız o tatlı posta kutusu….
Daha da neler neler, nasıl da savunmasızca şimdi bendeler… Zaten de hiç gitmemişler… Gitmesinler, bitmesinler, gözlerimizin kapalısında, kalbimizin de ininde kalsınlar sıcacık. Açtım gözlerimi andayım şimdi. Saat biraz ileri yürümüş, gündem aynı. Güneş bi arkada bir önde bulutlarla yarışmakta, Ekim yaşanıyor Dünya’da. Sonbahar işte tadı gibi hüzün…
Ekim 2019
Duygu Can
]]>altın adı pul oldu, kız adı dul oldu
tarlayı düz al, kadını kız al
tarlanın taşlısı, karının (kadının) saçlısı
pekmezi küpten, kadını kökten al
kadının yüzünün karası erkeğin elinin kınası
gül dalından odun, beslemeden kadın olmaz
on beşinde kız, ya erde gerek ya yerde
Yapamazsın,
Yönetemezsin,
Yürütemezsin,
Sen Kadın’sın!
Yalnız yaşayamazsın!
Dışarı çıkamazsın!
Merhaba! Ben bir KADIN!
Bu yukarıda okuduklarınız da ülkemizin geçmişten bugüne yaşatmaya çalıştığı sözcükleri, ifadeleri ve yorumları!… Konunun özü, cümlenin öznesi, yazının başlığı hep KADIN! Uğraştıkları, bildikleri, gördükleri, eleştirdikleri, sorguladıkları, emrettikleri hep KADIN! Yani ben!
Peki kimin ben?
Onlar gibi bir annenin rahminde 9 ay yaşadım, annemin yedikleri, içtikleri ile doydum ve doğdum. Annem bir KADIN olacağımı öğrendiğinde ne hissetti bilmiyorum. Ne çekti hayatında kadınlıktan bilmiyorum. Benim de çekeceğimi düşünmüş müydü bilmiyorum. Babamdan ya da kendi ailesindeki adamlardan dayak yemiş miydi, hakaret işitmiş miydi bilmiyorum! Hangi endişelerle beni doğurmaya gitti bilmiyorum. Hatırladığım şey; gözlerimin içine gülen bir kadın olduğu, öptüğünde tüm ruhumu burnuna çeken, okşadığında bedenimi mesut eden bir kadın olduğuydu. Ben de ondan öğrendim bu tavırları ve şimdi kendi kız evladıma aynı şekilde hissedip davranıyorum. Annemin zamanındaki endişelerden çok az değil benim de endişelerim. Bir teknoloji gelişimi gibi gelişmiyor insanın zihninin içi. Çocuklukta öğrendikleri, dogmaları, ona dikte edilen bilgilerin değişmesi o kadar zor ki! Bir KADIN olarak hayata bir KADIN hazırlamak kadar zor! Annemin beni doğurduğunda kafasının içinde ne endişesi vardı bilmiyordum ama hayat kısa yoldan öğretti. Aynı endişeleri benim de beynimin içine kopyaladı.
KADIN bir mal mıdır?
Yukarıda okuduğumuz tüm deyimler, atasözleri, deyişler kadının bir insan niteliğine değil de bir “mal” olduğuna atıfta bulunuyor. Alınıp, satılan bir şey işte. Beğenilen, seçilen, beğenilmeyen, sevilen, sevilmeyen yani bir erkeğin etkin, başrol olduğu bir tiyatro dekoru! Hakkı, sesi, fikri, isteği, ihtimali olmayan bir şey. Bu benim işte, bu bir Kadın! Sadece benden olanların kaçı şu an bu inançlar bütünün içinden sıyrılıp başarıya ulaşmış sanıyorsun? Sadece çok azı! Sadece azıcık kadın şu an iş hayatında ve özel hayatında “İNSAN” ve “EŞİT” olarak yaşayabiliyor.
Kocaman kirli bir bilgi yığını nesilden nesile aktarılıyor. Aslında her şey öğretiliyor! Kadın olmanın zorlukları kadınlara, erkek olmanın ve daha üstün bir ırk olduğu masalı da erkeklere… Bunların çoğu da yine kadınlar aracılığı ile aktarılıyor. Çocuklar da gördüğünü uyguluyor. O zaman bir Kadın olarak bunu değiştirmenin yolu ne? Gördüğümüzü değiştirmek! Bizim büyüttüğümüz çocukların da gördüklerini değiştirmek!
Maalesef burada da yine kadına iş düşüyor. Kirleten ve algıyı yönetenlerin çoğu erkek olmasına rağmen bu mücadeleyi vermek yine kadına düşüyor. Hepsi kadın olan ezilmiş bir halk yığınının bayramı 8 Mart. Bu güne ihtiyacımız olmasaydı keşke, bu günde erkeklerin ilgisini çekmek zorunda kalmasaydık, bu güne ithafen güzel sözler duymasaydık keşke. Şu an görmediğimiz, bilmediğimiz kaç çocuk gelin süt sağıyor? Bilmediğimiz kaç kadın istemediği bir adamın yatağında uyuyor, kaç kadın dayak ve ızdırap dolu evliliğini sürdürüyor, kaç kadın kocasından nasıl para isteyeceğini düşünüyor, kaç kadın sarkıntılık ile uğraşıyor, kaç kız çocuğu okumak istiyor ama fırsat bulamıyor ve çöpün kenarındaki gazete parçalarında okumayı söküyor, kaç kadın kendini aşırı değersiz hissediyor, kaç kadının lafına, sözüne gülünüp geçiliyor, kaç kadın regl olduğu için utanıyor, kaç kadın ailesindeki adamlardan kaçıp kötü bir evlilik yapıyor, kaç kadın zorla örtünüyor, kaç kadın erkek birliğinde eziliyor, kaç kadın tuvalette ozon koklayarak gün bitiriyor, kaç kadın çocuğuna tek başına anne-baba oluyor, kaç kadın kürtaj sırası bekliyor, kaç kadın bedenini kullanarak para kazanıyor, kaç kadın kalbinin olduğunu bile unutmuş yaşıyor, kaç kadın ellerinin üstündeki çatlaklara krem bulamıyor, kaç kadın vücudundaki ağrıyı uyutmuş hayata devam ediyor? Bu yaşadığımız topraklarda kaç tane Ünzile’miz var?
Bilemiyoruz!
Bu gün benim, senin belli bir refah düzeyinde yaşayan kadınların değil, onların günü ama acaba onların bu günden haberi var mı? Bu günü kutlamaya fırsatı var mı? Sesini duyurmaya gücü var mı? Birileri onlara bugün senin günün deyip çektiği acılara ara vermesini söylüyor mu?
Bilemiyoruz!
Bildiğimiz şey bu düzeni değiştirmek istiyorsak kendi cinsimize sahip çıkmamız ve birlikle yeni nesilleri doğru eğitmemiz gerekiyor. Çamura düşüp kendini çamur banyosunda sanan kadınları kolundan tutup çekmek, eğitmek, yoluna ekmek kırıntıları döküp doğruya iletmek gerekiyor. Bizde bu güç var, kalbimiz yoğun yaşadığımız duyguların verdiği güç ile dolu! 2019 Kadınlar Günü’nden kız evlatların kutlayacağı 10 sene sonraki kadınlar gününe çok şeyin değişecek olması umudu ile…
Sevgimle,
Duygu CAN
]]>Bana maval okumayın bi zahmet, tüm psikolojik telkinler psikolojin çok iyi iken işe yarıyor. Kimse alt üst olmuş bir kalbe iyi gelecek şerbeti söylemiyor çünkü bilemiyor. Herkesin çözümü kendi yolunda, kederin artılarını çarpı yapmak senin kafanda. Çöz ya da büyüt! Fark ettikçe büyüyor aslında, hiç kondurmayıp hesaplaşmayıp ileri bir zamana kendini itersen azalıyor sanki. Sakın durma! Olduğun yer, derinleştiğin dert seni bin kat geriye götürecek unutma!
Hissettiğin şey ise kandırılmak! Bu çok meşhur kelimenin insanda hissettirdiği anlam ve boşluk epey derin. Sanki selalar kalbinin içinde okunuyor. Bir sürü hücren ölmüş de namaza duruyor kalbin!… Kandırılmak böyle ağır ve bunaltıcı bir his. Pek çok dalı var, işte, aşkta, arkadaşlıkta, dostlukta, okulda, evde, evlatken, anneyken felan daha bin türlüsü… Söylediğin, inandığın, sevdiğin, güldüğün, sözünü dinlediğin, herhangi bir zamanında adandığın birisi, bir şey işte. Kandırıldığını fark etmezsen akıp gidiyor her şey. Ama bir fark edersen düğümler otomatik atılıyor geçmişe. Geçtim sandığın, bitirdim dediğin yarışlar yeniden önüne seriliyor. Hepsini bir solukta, daha az zamanda yeniden aşman gerekiyor. Bir şeker esmer çıktı diye bak neler oluveriyor!
Seni mutlu edemedim kusura bakma, içine bir bağ bahçe seremedim, sulamadım tarlalarını, dalındaki meyveyi övemedim. Uzun zamandır yapmaya çalıştığın, sana iyi gelen bir şeyi de epey kötüledim. Fark etme! Etme işte. Bazen fark etmeden gidiversin, uçuversin kuşlar başının tepesinde. Sen onların nereden kaçtığını, nereye gittiğini, o an ne çeşit bir kanat acısında olduklarını bilme, bakma, görme, fark etme! Başının tepesinde bırak uçup geçsinler. Esmer şekeri de dert etme artık, senden mühim mi? Senden daha değerli mi? Senin kaderinden daha anlamlı mı? Ona güzel bir atıf aramaktan vazgeç, esmer olan sana düştü, yaşadın, yaşıyorsun, geçiyor işte!…
]]>Yollar daralıyor bazen. Yol istemeden gidenler yüzünden!… Anlaşılamamak, içinde biriken sözcüklerin yakıştığı yeri bulamamak, aranmak ve yorulmak!… Oluyor işte! Eskiden olsa bir güzel olumlamalar, iyi tarafından göreyim felan diye yorulmalar, pozitif düşünceye uyanmalarla zamanı geçiştirirdim de, büyüdüm! Artık olmuyor! Birşey boktan gidiyorsa boktan diyorum, iyi ise iyi, ahmakça ise ahmakça!… Neyse o, artık yaşadıklarım. Berbat olmasının bedeli neyse ona açıyorum kucağımı. Bana karşı değiştiremeyeceğimi düşündüğüm duyguların üzerine gitmiyorum!
Hataları ipe asıyorum, hepimizin ne kadar büyüsek de ısrarla yaptıklarımız, bile bile yaptıklarımız!… Kendime konforlu bir şey aramıyorum hiçbir zaman, ben rahatın peşinde değilim ama ne zaman dikenlerin üzerine düşeceğimi kestiremediğim bir odanın içini de istediğimden emin değilim!
Kafam darmaduman, bölükpörçük, saçmasapan… Bazen oluyordur sana da, öyle içi dolu ki kafanın; çöp kutusu gibi hepsini boşaltsan üzülemeyeceğin cinsten. Dolu işte!… Öyle tüm heybetiyle dolu! Sonbahardan umutluyum sadece, sonbaharda son yapraklarımı da dökerim diyorum! Eski hataları sırtımdan hiç indirmem, derslerim, kitaplarım onlar benim. Onlarla barışacağım, hüzün ile barışacağım. Zamanında yaşayamadığım acılar şimdilerin armağanı koca yaralar!…
Düşünen adam izne çıkmış da yerini almışım sanki. Arada kıpırdıyorum, bedenim zeval olmasın diye. Düşünmekle de bir şey olmuyor da, temizlenmek, tek tek sırattan geçirmek gibi duyguları. Asmak, kurutmak, çamaşırlardan şıpır şıpır akan damlaları izlemek gibi. Tüm hafızanı elden geçirip, küçülenleri büyütmek gibi! Var olduğun anlardan, kaybolacağın gelecekler yaratmak, kayıplarında huzur aramak sanki!
Böyle tanımsız ve kafanda bir ifade bulmayan tabirler gibi yaşadıklarım! Bazen olur, bana da, sana da, bize de… Dilerim başka bazenler de olur!
Çay demini aldı, acıyor!…
]]>Martılar kadar göğe,
Çiçekler kadar yeşile,
Kalabalıklar kadar yalnızlığa doy inşallah!
Dualarımız soyut ve güzel, soyut ve ulaşılmaz, soyut ve canlı! Somut olmadıkça bir şey ölmüyor ki!… Ondan biz sevdiklerimize yıldız dedik! Gökyüzünde öyle her gece asılı kalıyor, bakıyor bize. Karanlıklar için büyülü bir ışık, koca koca içleri ruhlarla dolu, ruhların enerjisi ile ışıyan nefis ışıldaklar. Şu gezegenin en tepesinde hüküm sürüyor olmasının bir nedeni olmalıydı! Oldu!
Giden sevdiklerimizin ruhları dolu içleri, bitmeyen ışıkları gidenlerin biriken enerjileri ile oluyor sanki. Gözleri açık sürekli üzerimizde, dokunmadıklarını sanıyoruz ama kaydıkları anların varolduğunu düşündüğümüzde bize işaret vermediklerini söylemek anlamsız olur.
İşin acısı sıkıntıya düşmedikçe insan başını kaldırmıyor yukarıya! Sıkıntıya düşmedikçe görmüyor güzellikleri, sıkıntıya düşmedikçe zorlamıyor zihninin melekelerini!… Sıkıntıya düşmek ile gelişmek arasında paralel bir ilişki var ve bu resmen açık-seçik bir gerçek. Sıkıntıya düşmedikçe değişmiyor sanki dünya! Düşmeli insan sıkıntıya, başını göğe kaldırıp, renklere bakmalı, yıldızları mesela görmeli, onların kayışını izleyecek kadar ‘dolu’ hissedebilmeli kendini. Her gün aynı görevi bilmem kaç gündür yapıp duruyorlar ve sadece bir gün olsun isyan etmiyorlar, hiza değiştiriyorlar, rol değişiyorlar belki ama her günün gecesi yine ışıl ışıllar…
Biz onlara (yıldızlara) baba dedik, anne dedik, teyze dedik, amca dedik, dost dedik, sevgili dedik sevdiğimize ne ad verdiysek onlara da onu dedik. Kaybettiğimizi sandığımız ruhların orada olduğunu biliyoruz ve başımızı her kaldırdığımızda onlar tüm heybeti ile selam veriyor bize. Burdayım diyor, ışık burda, hayat burda, dünya dönüyor, şarkılar çalıyor, birileri beste yapıyor, birilerine şiir yazıyor, birileri dans ediyor, birileri söyleşiyor, birileri türkü söylüyor, birileri saz çalıyor, birileri sadece dinliyor ama iyi dinliyor. Hayatın içindeki tüm renkler olduğu gibi duruyor ve parlıyor. Onları fark et diyor!
Sıkıntıya düştükçe kaldırıyor insan başını semaya, bir ışık bekliyorsa da görüyor. Tepemizde iyiken de duran güzellikler, biz sıkıntılıyken resmen imdadımıza koşuyor.
Bu gece yıldızlara içelim çayımızı, çorbamızı, ayranımızı! kaybettiklerimize içelim… Somut da değil üstelik sadece tüm soyut kayıplarımıza da içelim. Umudumuza, hayallerimize, inancımıza, sevgimize, duamıza… Ve başımızı kaldıralım gökyüzüne, bakalım ne diyecek o bize!…
Mart, 2018
]]>İnsan yerde mutluysa, yalınayak dolansın, taşlar da batarsa batsın ayak tabanına, istemez ki uçmayı!… Bu güne kadar uçtuğu için çok mutlu olduğunu söyleyen bir kuş var mı? Bilmediğim ama kendimi özgür sandığım bir gökyüzü var sadece. Kimbilir hangi yolları dar, hangi yolları çıkmaz, hangi yolları varmıyor sevdiğime!… İstemiyorum ben uçmak, masallarda anlatıp da hayallerime isteksiz olduğum bir ben koymayın! Burada mutlu edin beni, olduğum yerde, bulunduğum gezegende, yürüdüğüm sokaklarda, tükettiğim saatlerde, içinde olduğum insanlardayken mutlu edin beni!… Bana soğuktan donmuş ellerimin ısınacağı soba ateşi kıvamında kalpler vaad edin, gözlerimin görmeyi özlediği seraplar, yalan da olsa inanacağım gerçekler verin bana… Az ötemde dursun çalan saatim, çalacağı zamanları ben seçeceğim siz değil. Kimin için çalacağını ben seçeceğim, ne için çalacağını ben seçeceğim.
İlhamımı ben çağırıp, oturtacağım şu daktilonun başına, bizzat onun elleriyle yazacağım, şiirlere dokunacağım arttırılmış gerçeklik ile, sözcüklere dokunacağım, içimden kalbimden kopan sözcüklere dokunup kalbimin ne menem bir sıcaklığı varmış hissedeceğim. Gözümden düşen gözyaşlarıma daha düşmeden dokunacağım, geçtiği yolları bileceğim. Ezmeden ruhumu, şarabın tadını bulacağım, beni sarhoş etmeyecek meftun edecek!…
Biliyorum yolları aydınlık, yolları huzurlu, yolları temiz bu sokağın. Biliyorum ayıklanmış kılçıkları, temizlenmiş kötü sözcükleri, yıkanmış yenilgileri!… Biliyorum ve isteyerek burada kalıyorum. Tanrı’nın kurduğu düzende yerimi alıyorum, kafamdan biri tutup istediği yere koymuyor beni, ben gidebileceğim en iyi yerdeyim. Kendime inanmak için kendimi ikna etmiyorum. Benim kendime inanmaya ihtiyacım yok, kendimi yaşıyorum…
Ayaklarıma kendim diktim patiklerimi, nelere karşı hassasım biliyorum, hangi yerleri sıkı dikiş oldu, hangi yerlerinde biraz bol bıraktım biliyorum. Beni sevenlere bıraktım kaçırdığım ilmekleri de, beni ‘gerçekte’ sevenlere!…
Huzur bulduğum kalplerde duruyor gözlerim, iki ağaç arasına el yordamıyla kurulan salıncaklara oturuyor bedenim, bir güzel sallanıyor, bir güzel dinleniyor, bir güzel öğreniyorum!… Yaşadıklarımın, acılarımın ve yaralarımın hesabını ödedim, kimsenin alacağı yok benden…
Ve kimse kanat takmasın hayallerinde, farklı mekanda değil mutluluk! Kim bilir belki de şu an en mutlu an’dadır kalbin!…
]]>